Anne-Baba Etkisi Üzerine Bilimsel Araştırmalar
Dünya genelinde birçok toplumda yaygın olarak bilinen, “Babasına bak oğlunu al” veya “Anasına bak kızını al” gibi özdeyişler, aslında bilimsel olarak geçerliliği sorgulanan bir inancı yansıtmaktadır. Genel bir kanı olarak kabul edilen bu özdeyişlerin, çocukların karakter gelişiminde anne babalarının etkisinin sanıldığı kadar büyük olmadığı ortaya konmuştur. Edinburgh Üniversitesi’ndeki araştırmacılar, kişilik özelliklerimizi ebeveynlerimizle paylaşma olasılığımızın, rastgele bir yabancıyla paylaşma olasılığımızdan yalnızca biraz daha fazla olduğunu belirtiyorlar.
Bu araştırmayı gerçekleştiren bilim insanları, çocukların kişilik özelliklerinin gelişiminde ebeveyn etkisinin göz ardı edilemeyecek kadar az olduğunu vurguluyorlar. Bin Kişilik Araştırma kapsamında Tartu Üniversitesi’nden uzmanlarla birlikte çalışan Dr. Mottus ve ekibi, Estonya Biyobankası’nda yer alan, sağlık bilgileri toplanmış bir veri grubundan binden fazla akraba çiftini araştırmaya dahil etmiştir. Bu çalışma; anne-baba, çocuk ve eşler gibi farklı aile bağlarını içermektedir.
Araştırma sürecinde katılımcılara çapraz anket uygulandı. Her bireyden, kendi “beş büyük kişilik özelliğini” derecelendirmeleri istendi. Bu ankette, açık görüşlülük, vicdanlılık, dışadönüklük, uyumluluk ve nevrotiklik gibi ‘beş büyük’ özellikler ile yaşam memnuniyeti düzeyleri ölçüldü. Cevapların doğruluğunu sağlamak amacıyla, eşlerinden de aynı değerlendirmelerin yapılması istendi.
Katılımcılar, yaşam memnuniyet düzeylerini üç farklı seviyede cevaplandırarak, sahip oldukları özelliklerin yaşam memnuniyetine etkilerini yorumladılar. Çalışmanın sonuçları, katılımcıların büyük bir kısmının ebeveynleriyle %40 oranında benzer karakter özelliklerine sahip olduğunu gösterdi. Ancak bu oran, yüksek gibi görünse de, değerlendirilen beş büyük özelliğin her birinde çocukların ve ailelerin örtüşme ihtimali yalnızca %20 olarak belirlendi.
Araştırmacılar, sokakta rastgele çevirdiğiniz bir kişiyle de %40 oranında benzerlik gösterme olasılığınızın olduğunu ifade ediyorlar. Bu durumda, çocukların %40 oranında ailelerine çektiği savı yerine, ailelerine benzemedikleri %60’lık oranının dikkate alınması gerektiği sonucuna varılıyor. Bu çalışma, kesin sonuca ulaşmak için bir otorite olarak kabul edilmeyebilir; ancak psikologlar için bireylerin karakter gelişiminde en çok hangi etkenlerin rol oynadığını belirlemek hala karmaşık bir süreçtir.
Karakterin genetik miras yoluyla aileden alındığına dair inanç, birçok ailede geçerliliğini yitirmekte; ayrıca küçük yaşta evlat edinilen çocukların, zamanla evlat edindikleri aileye benzemesi de gözlemlenmektedir. Dolayısıyla, bilim insanları ailenin karakter gelişimine etkisini net bir şekilde çözümleyememektedir. Belki de hepimiz, ailemizin de içinde bulunduğu bir ekosistem içerisinde, okuduğumuz kitaplardan izlediğimiz filmlere, yaşadığımız olaylardan edindiğimiz bilgilere kadar çeşitli değişkenlerin etkisiyle kendimize özgü karakterler geliştiriyoruz. Bu denklemi net bir biçimde çözmek ise bilim insanları için oldukça zorlayıcı bir süreçtir.
Ancak, insan karakterini etkileyen faktörleri tespit etme çabalarının sona ereceğini düşünmüyoruz. Çünkü bu tür araştırmalar, toplumları dönüştürmek, daha sağlıklı topluluklar oluşturmak, suç oranlarını azaltmak ve insan psikolojisini olumlu yönde geliştirmek açısından kritik öneme sahiptir.
Bilim insanları bu sorunun cevabını bulmak için daha fazla araştırma yapacak gibi görünmektedir. Ancak şimdilik, anne-babalarımıza çekmeye fazla meyilli olmadığımızı kabul edebiliriz.