Günümüzde tıbbi prosedürler arasında kan nakli, hayati bir uygulama olarak kabul edilirken, süt nakli gibi uygulamaların varlığı oldukça ilginç bir tarihi yansıtmaktadır. İnsanlar, yaralanma veya hastalık durumlarında kan nakline gereksinim duymuşlardır. Tarihsel kaynaklara göre, Peru İnkalarının “Yeni Dünya”yı keşfettiği dönemde kan nakli uyguladıkları iddiaları bulunmaktadır. Ancak bu iddiaların kanıtları oldukça zayıf kalmaktadır. Yine de, eğer bu doğruysa, bu durum tarihsel kayıtlarda kan naklinin en eski örneklerinden biri olarak kabul edilebilir.
William Harvey 1616 yılında kan dolaşımını tanımladığında, Avrupa’da çeşitli deneylerin yaygınlaşmaya başladığı bilinen bir gerçektir. 1666 yılında Londra’daki Royal Society’de, doktor ve cerrah olan Richard Lower, iki köpek arasında kan nakli gerçekleştirmiştir. Bu işlem, bir köpeğin arterinin diğerinin şah damarına bağlanmasıyla gerçekleştirilmiştir. Daha sonra, 1667 yılında Fransız doktor Jean-Baptiste Denys, tamamen belgelenmiş ilk hayvandan insana kan naklini gerçekleştirmiştir. Bu işlem, ateş tedavisi gören genç bir çocuğa kuzu kanı nakledilmesi ile yapılmıştır. O dönemde Hipokrat tıbbı, vücuttaki safsızlıkların giderilmesi için bu tür uygulamaları standart bir tedavi yöntemi olarak görüyordu.
Ancak, bu tedavi çocuğu zayıf bırakmış ve nakil sonrası kuzu hayatını kaybetmiştir. Kan naklinden umulan hedefler arasında, sadece sağlığı iyileştirmek değil, aynı zamanda alıcıların kişiliklerini değiştirmek ve deliliği ortadan kaldırmak da vardı. Ne yazık ki, pek çok denemede sonuçlar ölümle sonuçlanmış ve 1668’de Châtelet fermanı ile kan nakli yasaklanmıştır. Bu prosedür, yaklaşık bir buçuk yüzyıl boyunca unutulmaya yüz tutmuştur.
On dokuzuncu yüzyılın başlarında, doğum uzmanı James Blundell, pıhtılaşmayı önlemek amacıyla defibrine kan (pıhtılaşmasına engel olan fibrinsiz kan) ile nakil yapmaya başladığında, kan nakli uygulamalarında kısa bir canlanma yaşanmıştır. Ancak, bu yöntem pıhtılaşmayı önleyerek hastaların ölüm riskini artırdığı için hala pek bilinmiyordu.
Kan yerine süt nakli düşüncesi, 19. yüzyılın ortalarında daha da ilginç bir hal almıştır. Dr. James Bovell ve Dr. Edwin Hodder, 1854’te Toronto, Kanada’daki kolera salgını sırasında hastalarına süt enjekte etmeye başlamışlardır. Denys’in çalışmalarından ilham alarak, sütün içindeki “çok küçük yağ ve katı yağ parçacıklarının” vücutta “kanın akyuvarlarına” dönüşeceğine inanıyorlardı. Bovell ve Hodder, sütün beyaz kan hücrelerinin yenilenmesine yardımcı olduğuna inanıyorlardı ve bu nedenle ilk hastaları şaşırtıcı bir şekilde hayatta kaldı ve sağlıkları düzeldi.
- Dünya’da sadece 43 kişide olduğu belirlenen kan grubu: Altın kan nedir?
İlk denemenin başarılı olmasının ardından, süt naklinin kan için güvenli ve geçerli bir alternatif olduğu düşünülmeye başlandı. Bu durum, süt naklini Kuzey Amerika’da popüler bir tedavi yöntemi haline getirdi. Ancak, birçok tıp doktoru bu uygulamayı sorgulamaya devam etti ve süt nakli yapılan hastalar arasındaki ölümler, bu yöntemin hızla gözden düşmesine yol açtı. 1880’lerde, kan yerine süt naklinin yerini salin infüzyonları aldı.
Yüzyılın başlarında ise Karl Landsteiner, insan kan gruplarını keşfetti ve bu durum kan naklinin güvenli ve etkili bir yöntem haline gelmesine olanak tanıdı. Günümüzde kan nakli, kabul görmüş ve standartlaştırılmış bir tıbbi prosedür olarak kabul edilmektedir. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, dünya genelinde 118,5 milyondan fazla kan bağışı toplanmış olup, kan nakli hayati bir tedavi yöntemi olarak yaralanma, cerrahi işlemler veya doğum sonrası ciddi kan kaybı yaşayan bireyler için uygulanmaktadır. Ayrıca, hemofili, böbrek yetmezliği ve kanser gibi durumların tedavisinde de sıklıkla kullanılmaktadır.